Oruç bize, istersek irâdemize hâkim olabileceğimizi gösterdi. Sofra kurulmuş, üzerinde çeşit çeşit yiyecekler hazır ve bizim onları yememize hiçbir şey de mâni/engel olmadığı halde, Allâh'a olan itâat ve teslimiyetimizden dolayı, ezan okunmadan elimizi onlara uzatmadık. Kısacası sabretmesini bildik.
İbâdetlerimizde bir düzen hâkim oldu. Vakit namazlarımızı ve bilhassa yatsı ve terâvih namazlarını cemaatle kılmaya daha bir gayret gösterdik. Cemaat şuuruna vardık, cem’iyyetten ayrı kalmanın zararlarını idrâk ettik. Diğer mü’min kardeşlerimizle aynı safta, aynı kıbleye yönelerek, bizleri yaratan Rabb’imizin huzurunda fâni bir kul olmanın hazzını yaşadık. Teheccüd namazlarına alıştık. Duhâ ve evvâbin namazlarını kılmaya başladık.
Oruç tutan mü’minlerin, cennetin Reyyân isimli hususi kapısından gireceklerini öğrendik. Yine bu ibâdetin ecrinin, mü’mine, bizzat Hz. Allah tarafından verileceği müjdesini aldık.
Huşû içerisinde terâvih namazlarımızı edâ ettik. Yirmi rek’âtlik bu namazı, sevabına inanarak ve mükâfatını yalnızca Allah'tan umarak kılanların geçmiş günahlarının affedileceği müjdesini aldık. Tabii bu arada, “Terâvih sünnettir, kılmasan da olur!” diyen bedbahtlara da rastladık. Ancak bunların yanında, “Ramazan münasebetiyle kapalıyız” diye meyhanesinin, içkili lokantasının camına ilân yapıştıranları da gördük. Oruç tutmasalar da Ramazana saygı gösterip alenî yiyip içmekten kaçınan insanların da hâlen bulunduğuna vâkıf olduk.
Zekât ve fitrelerimizi ihtiyaç sahibi kardeşlerimize yahut bunlara hizmet veren kuruluşlara vererek, onların evlerinin-müesseselerinin de şenlenmesine vesile olmanın sevincini yaşadık. Fakir-fukarayı gözeterek, iftar sofralarımıza dâvet ettik. İftar ettirdiğimiz kişilerin alacağı sevap kadar sevap alacağımızı, üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmayacağını da öğrendik.
Ramazan ayında suç işleme nisbetlerinin düştüğünü; kavga, adam öldürme ve hırsızlık gibi suçların sayısında çok büyük ölçüde düşüşler olduğunu gerek basından, gerekse medyadan öğrenince, bütün ayların Ramazan ayı gibi olması için duâ ettik.
Kur'an ayı olan Ramazan'da, hatimler okuduk, mukâbele’de bulunduk, vaazlar-sohbetler dinledik... Onu daha iyi anlamaya-kavramaya ve hayatımıza tatbik etmeye çalıştık. Kezâ gücümüzün yettiğince Resûlüllâh (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetine uymaya, hakiki vârisleri olan ulemânın gösterdiği yolda yürümeye gayret ettik. Kabirlerini ziyâret edip ruhlarını şâd etmeye, kendilerini vesile edinip feyz-i İlâhiden istifâde ve istifâzaya çalıştık.
Ramazan ayı dışında, öfkelendiğimiz zaman bazan kötü sözler söylediğimiz, yanlış hareketlerde bulunduğumuz halde, bu ay içerisinde daha sâkin olabilmek için gayret gösterdik, çaba sarf ettik. Kötü muâmeleyle karşılaştığımız zaman, “Ben oruçluyum” demekten başka bir karşılık vermedik. Orucu sadece midemize değil, gözümüze-kulağımıza, elimize-ayağımıza, dilimize-gönlümüze ve sâir bütün a‘zâlarımıza/organlarımıza da tutturmaya çalıştık. Kısacası oruç vesilesiyle çirkin huylardan kaçınıp güzel ahlâka sahip olabilmek için hassâsiyet gösterdik.
İftar vaktini beklerken, âdeta hemen her gün bayram sevinci yaşadık. Bir an evvel ezan okunsa da “kuruyan dilimiz, damağımız, ıslanmaya hasret dudaklarımız suya kavuşsa” diyerek, iftar saatini şevk ve heyecanla bekledik... Bu esnada Sevgili Peygamberimiz Efendimiz'in, “Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri iftar ettiği, diğeri de Allâh'a kavuştuğu vakit...” mübârek sözlerini hatırlayıp, iftar vaktinde yaşadığımız bu sevinci, en büyük sevinç vesilesi olan diğeri ile de pekiştirmesini Rabb’imizden niyâz ettik...
Mübârek Ramazan ayında oruç, iftar, terâvih, va‘z, mukabele, sadaka-i fıtır, zekât, itikâf gibi ibâdetlerin, insanı nasıl da âdeta melekleştirdiğini gördük ve bu mübarek ayı çok iyi değerlendirmeye çalıştık. Sadece bu ayda değil, ölünceye kadar böyle yaşamak gerektiğini... “Allah için yapılan işlerin-ibâdetlerin en makbûlü, az da olsa devamlı olanıdır” hadîs-i şerifini kendimize düstur edindik. Ve asıl gâyenin, Müslüman olarak ruhumuzu teslim edebilmek olduğunun şuuruna bir kere daha erdik.
Bazı basın ve medyamızın, Ramazan ayını ısrarla oyun ve eğlence ayı gibi lanse etmeye çalışan proğramlarına rağmen, on bir ayın sultanı ramazân-ı şerifin eğlence ayı değil, ibâdet-tâat, kıraat-zikir, tesbih-tehlil, tahmid-şükür ve tefekkür ayı, mânevî hasat zamanı olduğunu aklımızdan-gönlümüzden bir an bile olsun çıkartmadık. Böylece, Ramazan ayını bir eğlence, şarkı-türkü, direkler arası ve benzeri bir takım oyunlarla oyalanmaktan ibâretmiş sanan veya öyle göstermeye çalışan bazı televizyon kanallarına kendimizi kaptırıp aldanmadık… Vakitlerimizi boşa harcamadık.
Ramazan ve bayram vesilesiyle tebrikleştik, birbirimize duâ ettik, af ve mağfiret diledik. Tebrik, telefon, e-mail kutlamalarıyla ictimâî/sosyal dayanışmayı, kaynaşmayı, birlik ve beraberlik duygularını en zirve noktaya taşıdık elhamdülillah...
Unutmamalıyız ki; her günümüzü CUMA, her gecemizi KADİR, her ayımızı RAMAZAN yapmak kendi elimizde... Yeter ki biz, bu mübârek ay, gün ve geceleri değerlendirmesini bilelim.
Ne mutlu, RAMAZAN ayına ulaşıp, onun kıymetini bilerek hakkıyla değerlendiren ve mükâfat olarak da BAYRAMa kavuşan mü’minlere... Ve ne saâdet Cemâl-i İlâhî ile müşerref olacak Müslümanlara…